Hayatı çok ciddiye alırım. Elimde değil. Geçmişe dair bildiklerim ve geleceğe dair hislerim beni uyanık tutuyor.
İnsanlara baktığımda ise içten içe bundan korkan bir hâl görmekteyim.
Ciddi bir şeyden bahsettiğimde onların sıkılır ya da dinlermiş tavırlarının ardında tek gördüğüm hayatı ciddiye almanın sorumluluğundan umarsızca korkan çocuklar.
Geçmişte kusur olarak kabul edilen, nice hareket, bağımlılık, düşünce, yetersizlik şimdilerde “bireylerin kendini ifade biçimi” ya da “insan olmanın bir getirisi” olarak savunulmakta. Bana her yetersizliğin bu savunuların altına süpürülmesi bayat bir espri gibi gelmekte. Zayıflıkların, iradesizliklerin, tarihin bu döneminde hayatın, geçmişin ve geleceğin sorumluluğundan kaçınmanın bir dışa vurumu.
Geçmişe bakıyorum…
İnsanın yetersizlik ya da bağımlılıkların karşına çıkmasını sağlayan azim ve erdemlerinin kutsallığının seyrine kapılıyorum.
Rasyonel tarafım duruyor ve uyarıyor:
+Senin tarihten bildiklerin de insanlığın çok küçük bir kısmı. -Haklısın ama yine de tarih bu zamana değin o insanların artışına tanık olurken şimdi erdemli ya da azimli olmak efsaneleşen birer gerçek gibi. Bu çağda modaya uymayan karakteristik duruşlar...
Geçmişin gölgesi böyle şekillenirken zihin duvarlarında, geleceğe dair hisler öne çıkıyor;
İnsanlığın kontrolüne kurgulanan bir dünyada tüketimin kamçısı insanların sırtındayken bittabi insanlık zayıf ve zayıf da kalmalı. Erdemler ve azim insanlığı bağımlılıklarından uzaklaştırır. Ve tüketim endüstrisinin en büyük yakıtı zayıf insanların bağımlılıklarıdır. Onlar varoluşlarını kanıtlamak için tükettiklerine mahkûmdur.